Bekle Beni / 30

Biraz duygusal bir adam olsaydım, Aslıhan'la kızını yolcu eden ve dönüş yolunda kabuğuna ve iki omzunun arasına çekilen Ahmet, bende bir duygudaşlık yaratabilirdi.

Girdiği melânkolik-romantik havanın kokusunu duymazdan gelerek günün geri kalanında yapabileceklerimizi saymaya başladım. İlgilenmiyormuş gibi görünüyordu. Bu yüzden çarşıları dolaşma fikrinin daha çekici geldiğini söylediğinde şaşırdım. Ve doğrusu sevindim. Kapalıçarşı diye bilinen Ali Paşa Çarşısı ve Selimiye Arastası da denen Bedesten Çarşısı, bizi otobüs saatine kadar oyalardı.

¯¯¯

Gara zor yetiştik. Geldiğinin üç katı bagajla dönecek olan Ahmet, genç muavinin başında dikilerek eşyalarını yerleştirdi. Dayısına gümüş tutamaçlı bir baston, annesine gene gümüş, katlanabilen, üç parçalı bir tuvalet aynası almıştı. Fotoğrafını çekip annesine ve kuzeni Güneş’e gönderdiği kumaşlar pek beğenilince, iki çeşit beşer metre de kumaş aldı. İki boy ekmek tahtası, iki boy tepsi ve bir nihaleden oluşan takımı beğendi. Ne yapacaksın sen bunları, İstanbul’da tepsi kıtlığı mı başladı, dediğimde, benim için hediye seçtiği ortaya çıktı. Onu hep gözümün kaldığı battaniyeleri satan dükkâna götürdüm. Mor bir tane beğendim; mor, sinirleri yatıştırırdı. Kendine de alsın diye ısrar ederken, ta İstanbul’a battaniye taşımanın gereksizliğini birden fark ettim ve sustum.

Renkli kristallerden yapılmış bir kolyeyi, gümüş saç tokalarını ve sedeften minik mücevher kutusunu kim için aldığını sormaya gerek görmedim.

Sormak istemedim.

Kime aldığını bildiğim halde, bildiğim kişiden başka birine alınmış olabileceği olasılığını tamamen ortadan kaldırmamak için, bunlar Aslıhan'a herhalde, demedim. Böylece o da, evet, ona, demek zorunda kalmadı. Annesine, Güneş’e, ne bileyim, temizlik için gelen hanıma alıyor olabilirdi. Ortada Aslıhan'la ilgili bir durum olmayabilirdi… Acınacak kadar iyiniyetli tarafım, kalbimin “acı gerçekler”den nasır bağlamamış köşesine çekilerek safiyane düşlerini kurmaya devam edebilirdi.

Otobüse binmeye hazırlanan Ahmet'e yardımcı olurken, gene onun tuhaf göründüğü izlenimine kapıldım. Daha bir dikkatle izleyince, Ahmet olan ama aslında pek de Ahmet olmayan o yabancıyı gene gördüm.

O sırada vedalaşma zamanı geldi. Sarıldık, birbirimizin sırtına, omzuna vurduk.

- Ne zaman geliyorsun şimdi, dedi Ahmet.

- Şu müfettişleri bir atlatalım da, dedim, Gülfem bir ay öncesinden hepimize mum tutturmaya başladı.

Bir suskunluk oldu.

Başka birini karşılamıştım, başka birini uğurluyordum. Emanete hıyanet etmiş sayılır mıyım acaba, diye düşündüm. Olup bitenlerden sorumlu sayılır mıydım? Yarın bir gün Ahmet'in annesi, ne yaptın oğluma, neden sahip çıkmadın, dese, çok mu haksız olurdu?

- Merak etme, dedi Ahmet.

Düşündüklerimden sıyrıldım. Elini omzuma koydu:

- Her işte bir hayır vardır, dedi.

- Orası öyle, dedim.

Sesinde, tavırlarında, bakışlarında tanıdık bir şey arıyordum. Ya yoktu, ya çok iyi gizlenmişti, ya da ben bulmamakta kararlıydım; bulamadım.

- Annene, dayına, Güneş’le Atakan’a çok selâm, dedim, bir haftasonu bekliyorum, alışverişe çıkarırım ben onları.

- Hadi haberleşiriz, dedi Ahmet.

Bir kere daha pata küte sırta vurmalı sarıldık. Ve Ahmet şoförün arkasından otobüse bindi.

Ona el sallarken, biri sağ gözümden biri sol gözümden iki damla yaş aktı. Neydi bu kadar acıklı olan, bir türlü karar veremedim.

¯¯¯