Girdiği melânkolik-romantik havanın kokusunu duymazdan
gelerek günün geri kalanında yapabileceklerimizi saymaya başladım.
İlgilenmiyormuş gibi görünüyordu. Bu yüzden çarşıları dolaşma fikrinin daha
çekici geldiğini söylediğinde şaşırdım. Ve doğrusu sevindim. Kapalıçarşı diye
bilinen Ali Paşa Çarşısı ve Selimiye Arastası da denen Bedesten Çarşısı, bizi
otobüs saatine kadar oyalardı.
¯¯¯
Gara zor yetiştik. Geldiğinin üç katı bagajla dönecek olan
Ahmet, genç muavinin başında dikilerek eşyalarını yerleştirdi. Dayısına gümüş
tutamaçlı bir baston, annesine gene gümüş, katlanabilen, üç parçalı bir tuvalet
aynası almıştı. Fotoğrafını çekip annesine ve kuzeni Güneş’e gönderdiği
kumaşlar pek beğenilince, iki çeşit beşer metre de kumaş aldı. İki boy ekmek
tahtası, iki boy tepsi ve bir nihaleden oluşan takımı beğendi. Ne yapacaksın
sen bunları, İstanbul’da tepsi kıtlığı mı başladı, dediğimde, benim için hediye
seçtiği ortaya çıktı. Onu hep gözümün kaldığı battaniyeleri satan dükkâna
götürdüm. Mor bir tane beğendim; mor, sinirleri yatıştırırdı. Kendine de alsın
diye ısrar ederken, ta İstanbul’a battaniye taşımanın gereksizliğini birden
fark ettim ve sustum.
Renkli kristallerden yapılmış bir kolyeyi, gümüş saç
tokalarını ve sedeften minik mücevher kutusunu kim için aldığını sormaya gerek
görmedim.
Sormak istemedim.
Kime aldığını bildiğim halde, bildiğim kişiden başka birine
alınmış olabileceği olasılığını tamamen ortadan kaldırmamak için, bunlar
Aslıhan'a herhalde, demedim. Böylece o da, evet, ona, demek zorunda kalmadı.
Annesine, Güneş’e, ne bileyim, temizlik için gelen hanıma alıyor olabilirdi.
Ortada Aslıhan'la ilgili bir durum olmayabilirdi… Acınacak kadar iyiniyetli
tarafım, kalbimin “acı gerçekler”den nasır bağlamamış köşesine çekilerek
safiyane düşlerini kurmaya devam edebilirdi.
Otobüse binmeye hazırlanan Ahmet'e yardımcı olurken, gene
onun tuhaf göründüğü izlenimine kapıldım. Daha bir dikkatle izleyince, Ahmet
olan ama aslında pek de Ahmet olmayan o yabancıyı gene gördüm.
O sırada vedalaşma zamanı geldi. Sarıldık, birbirimizin
sırtına, omzuna vurduk.
- Ne zaman geliyorsun şimdi, dedi Ahmet.
- Şu müfettişleri bir atlatalım da, dedim, Gülfem bir ay
öncesinden hepimize mum tutturmaya başladı.
Bir suskunluk oldu.
Başka birini karşılamıştım, başka birini uğurluyordum.
Emanete hıyanet etmiş sayılır mıyım acaba, diye düşündüm. Olup bitenlerden
sorumlu sayılır mıydım? Yarın bir gün Ahmet'in annesi, ne yaptın oğluma, neden
sahip çıkmadın, dese, çok mu haksız olurdu?
- Merak etme, dedi Ahmet.
Düşündüklerimden sıyrıldım. Elini omzuma koydu:
- Her işte bir hayır vardır, dedi.
- Orası öyle, dedim.
Sesinde, tavırlarında, bakışlarında tanıdık bir şey
arıyordum. Ya yoktu, ya çok iyi gizlenmişti, ya da ben bulmamakta kararlıydım;
bulamadım.
- Annene, dayına, Güneş’le Atakan’a çok selâm, dedim, bir
haftasonu bekliyorum, alışverişe çıkarırım ben onları.
- Hadi haberleşiriz, dedi Ahmet.
Bir kere daha pata küte sırta vurmalı sarıldık. Ve Ahmet
şoförün arkasından otobüse bindi.
Ona el sallarken, biri sağ gözümden biri sol gözümden iki
damla yaş aktı. Neydi bu kadar acıklı olan, bir türlü karar veremedim.
¯¯¯